“ÇOCUK GELİNLERE HAYIR “Yurdumuzda ve başka ülkelerde görülen çocuk gelinler meselesi toplumsal açıdan büyük bir sorun teşkil etmektedir. Bu meselenin kökenlerine indiğimizde karşımıza dinî, siyasî, örfî ve hatta ticarî birçok etkenin (âmil, factor) çıktığı görülür. Biz bu etkenlerden dinî olan kısmını ele alıp, öncelikle bu hususun irdelenmesi gerektiğine inanıyoruz. Çünkü -ülkemiz başta olmak üzere- birçok toplumda görülen ve yürek yangınlarına yol açan bu “çocuk gelinler” olgusunun, din ile Arap kültürünün birbirine karıştırılması ve dahi bu kültürden, yalan-yanlış beslenmenin sonucunda ortaya çıkmış adı -sözde- İslâm olan yozlaşmış bir inanç kalıbı, bir başka deyişle kabuğu olduğunu düşünüyoruz.
Ülkemizde Antalya’nın Korkuteli’sine, Çorum’un Bayat’ına yahut Hakkâri’nin Yüksekova’sına gittiğinizde küçük yaşta evlendirilen kız çocuklarını görür; yüreğinizin burkulmasına engel olamazsınız. Hele bir de öğretmenseniz ve ortaokul 2’ye, 3’e giden küçük yaştaki kız çocuklarının parmaklarında eğreti eğreti duran söz yüzüklerini görürseniz, içiniz parçalanır. Bazı zamanlarda okuldan çıkıp, çevreyi dolaşmaya çıktığınızda, ellerinde bez bebeklerle gördüğünüz bu ana kuzularını 8. sınıftan yaz tatiline gönderip; bir yıl sonra kucaklarında, tutmayı bile beceremedikleri kıpır kıpır yavrucaklarla görmeniz işten bile değildir. Özellikle doğu ve güneydoğu illerimizde sıkça görülen kumalık serencâmı ise bir başka sapkınlık!..Erkek çocuklarda da görülmekle birlikte, özellikle kız çocuklarında görülen erken yaşta evlendirilme meselesinin -yukarıda da belirttiğimiz gibi- dinî boyutu ağır basmaktadır. Daha doğrusu böyle bir algı Müslümanların havsalasına kör bir inatla yerleşmiş olup; küflü, paslı bir kör çiviye benzeyen bu uğursuz (meş’um) algının sökülüp atılması mümkün ol(a)mamaktadır. Ne esef vericidir ki Tanrı’nın elçisini (rasul-i el-ilah/rasulâllah) bu yanlış algıya âlet edenler de çıkabilmektedir. Hatta son elçinin (rasul, peygamber) “Ümmetimin çokluğu ile öğünürüm.” sözünün bu yanlış algıya, yersiz gerekçeye kılıf yapıldığına bile tanık olunmakta; sözün başındaki “mahşer günü” ibâresi, vurgusu dikkâtlerden kaçmakta yahut kaçırılmaktadır. Öyle ya, cennette en çok ümmete sahip olmaktır kastedilen; yoksa, kuru kalabalıkların hiçbir şekilde bir gerçek değeri (kıymet-i harbiye) yoktur. Hele de söz konusu inançsız (kâfir) ve/veya bozguncu (münâfık) gürûhu ise!..
İslâm’a saldırmak için dışarıdan inançsızların, içeriden de bozguncuların dillerine en çok doladıkları hususlardan biri belki de birincisi âlemlerin sevgilisi Hz. Muhammed (Tanrı’nın esenliği üzerine olsun.) ile Hz. Ayşe’nin (Tanrı, ondan râzı olsun.) evlilikleri meselesidir. Bu evlilikte Tanrı’nın son elçisinin orta yaşlarda olduğu, buna karşın Hz. Ayşe’nin 8 yaşında (kimi kaynaklara göre de 9 yaşında) olduğu lâkırdısı dilden dile dolaşmaktadır. Böyle olunca da, puta tapanların bile Muhammed’ül emîn yani “güvenilir Muhammed” olarak adlandırdıkları Tanrı’nın elçisine bilip-bilmeden iftira atılmaktadır. Yaptığı evlilikler kuru birer arzu (nefs) hezeyanı olmayıp, her biri dinî, insanî, irfanî (kültürel) birçok etkenle (âmil) süslenmiş olan dahası Hz. Ayşe dışındaki evliliklerinin tamamı dul ve hatta bazıları da çocuklu kadınlarla gerçekleşmiş olan bu güzel insana haksızlık yapılmaktadır. Medine gibi dört yanı düşmanla çevrili bir yörede var olma mücadelesi veren bir topluluğun, yine o yıllarda erkeklerin savaşlarda şehit olması, aşırı yoksulluk, salgın hastalık gibi nedenlerle dul, hasta, yaşlı, yoksul vb. durumda olan kadınların korunması amacıyla onay verdiği evlilikleri bugün tamamen art niyetli olarak yorumlamak hakkaniyetli bir davranış ve/veya yaklaşım değildir. Bu evlilikleri İslâm’a saldırmak için kullananlar da, kör arzularını (nefs) tatmin etmek için kullananlar da ziyandadır. Hele de cariyelik gibi Emevî/Abbasî kalıntısı bir uygulama İslâm’ın özüne, yaratılışına (fıtrat) kesinlikle aykırıdır. Dahası biz, uygulama (amel) ve inanç (itikad) noktasında Tanrı’nın varlığına, birliğine ve dahi aydınlanmayı (nur) tamamlayacağına inanıyoruz. Hâliyle “surda gedik açma” sevdâsına kapılarak, saldıran ağzı salyalı gürûhun varacağı son nokta ya bir ağlama duvarı olacaktır ya da ateş (gayz) kuyusu.. Zira Muhammed’ül Emin’in hayatı öyle bir surla korunmuştur ki bu surdan değil gedik açmak, bir çakıl taşı bile kopartamazsınız.
Arap geleneklerinde (âdet) erkek çocuğun yaşı doğumuyla birlikte sayılırken; bu durum kızlar için buluğ çağı ile yani -af buyurun- ay hâli (âdet görme, hayız hâli) ile başlar. Bu tuhaf gelenek, kadın denince aklına cinsellik gelen “erkek egemen” Arap kültürünün bir tezâhürüdür. Söz gelimi bir genç kıza 6 yaşında denildiğinde siz buna, sıcak çöl iklimin hormonlar üzerindeki hızlandırıcı etkisini de göz önünde bulundurarak 11-12 yaş daha eklemelisiniz. Hz. Ayşe ile ilgili meselede olduğu gibi… Bu durumda 8-9 yaşlarında olduğu söylenen Hz. Ayşe’nin, peygamberimizle nikâhlandığında en az 20-21 yaşlarında olduğunu hesaba katmanız gerekiyor. Dahası kökü, Arapların câhiliye (bilgisizlik) dönemlerine kadar giden bu geleneğin Arabistan çöllerinde ve hatta Mısır’ın, Sudan’ın iç bölgelerindeki Bedevî ve/veya yarı-şehirli Arap kabilelerinde hâlâ yaşatıldığını da bilmelisiniz.
Hz. Muhammed’in, Hz. Ayşe ile niçin evlendiğine gelince… Hz. Ebubekir’in kızı Ayşe’ye, bizdeki “beşik kertmesi” benzeri bir uygulama ile henüz 5-6 yaşlarında iken Mekke’nin ileri gelenlerinden birinin oğlu ile söz kesilmiştir. Hz. Ebubekir’in Müslüman olması, Hz. Muhammed’le birlikte Medine’ye göç (hicret) etmesi ve sonrasında ailesini de yanına alması üzerine putlara tapan gürûhun ileri gelenlerinden olan dünür tarafı sözü/nişanı bozmuştur. Bu olay, o dönemin Araplarında Hz. Ebubekir’in saygınlığının (itibar) zedelenmesi anlamına gelmektedir. Yine zayıf ve çelimsiz bir kız olan Hz. Ayşe’nin çocukluk yıllarında ağır bir hastalık geçirdiği hatta saçlarının filan döküldüğü de bilinmektedir. Bütün bu olumsuzlukları dikkâte alacak olursak -yukarıda da değindiğimiz üzere- Hz. Ayşe’nin ay hâli (hayız) olma yaşının 11-12 değil de; 13-14 olması bile mümkündür. Halasının kızı ve maddî-manevî açıdan en büyük destekçisi olan Hz. Hatice’nin sonsuzluğa (ebediyet) göçmüş olduğunu da hesaba katarsak, son elçi (rasul) Hz. Muhammed’in de o sıralar çok mutlu olduğu söylenemez. İşte bu şartlar altında Hz. Muhammed ile Hz. Ayşe’nin evliliği gerçekleşmiştir. Dahası bu evlilik Hz. Muhammed için bir hediye ve sevgi, Hz. Ayşe içinse bir ödül ve saygı demektir. Hz. Ayşe’nin, Hz. Ali’ye karşı bir dönem Şam Valisi Muaviye’yi desteklemesi ve sonrasında pişman olup, Hz. Ali’den “helâllik” istemesi meselesine gelince; tamamen siyasî bir tercih olan bu davranış hatasıyla-sevabıyla kendisini bağlar.
Söz konusu evlilik meselesini bir de tarih, siyer ve matematik bilimleri ile ele alalım. Hz. Ayşe, Kuran-ı Kerim’in “oku/ikra” emri ile birlikte inmeye başlamasından 6 yıl önce doğmuş olup; 40 yaşında elçi (resul) olarak görevlendirilen Hz. Muhammed’le arasındaki yaş farkı 34’tür canlar. Ve nikâh kıyıldığında Hz. Muhammed, 55; Hz. Ayşe 21 yaşındadır. Basit bir hesapla Hz. Ayşe, Hz. Muhammed’in elçilik (peygamberlik) görevinin başlamasından 6 yıl önce doğmuş ve yine ölümünden 6 yıl önce yani 626 yılında da onunla evlenmiştir. Bu bilgilere, sıradan bir siyer kitabından erişebilirsiniz. Yeri gelmişken -sözde- İslâmcı/dinci kesimler tarafından pek kabul görmeyen Yaşar Nuri Öztürk’ün konuya ilişkin açıklaması da bu yöndedir. Sözün kısası (vel’hâsıl-ı kelâm) Hz. Ayşe’nin, Hz. Muhammed ile evliliği meselesinde öküzün altında buzağı aramayı gerektirecek bir durum yoktur.
Aslına bakarsanız (hadd-i zatında) “çocuk gelin”, “çocuk istismarı”, “kadına şiddet”, “tecavüz” gibi ilkellikler, ilkel uygulamalar Türk kültürü ve aile yapısıyla hiçbir zaman bağdaşmayan ve bağdaşmayacak zırvalıklardır. Kaldı ki binlerce yıllık bir geçmişe sahip olan Türk kültürü tek eşlilik üzerine kurulmuş ve Cengiz Han’ın güzel deyişi ile kadını, erkeğin “han”ı kabul etmiştir. Üstelik Roma hukukunda da yazdığı üzere Latin-Yunan terbiyesinden geçen Batılılar -yakın akrabalar dâhil- kadınları ticarî mal (meta) olarak alıp-satarken, Araplar kız çocuklarını diri diri gömerken, Hintliler ölen kocaları ile birlikte diri diri yakarken, Çinliler insandan saymazken Türk kültürünün güzideleri olan Türk hakanları tahtın sol yanına -belki de gönül sultanını yüreğine yakın tutmak için- hatununu (khatun/katun/kadın) oturtmuş; erkekler, eşlerine “Han’ım!.” diye seslenmiştir. Yüzyıllar önce, tarihin kaydettiği ilk kadın hükümdarı; Tomris Hatun’u yetiştirmiş bir Türk kültürü, diğer kültürlerden fersah fersah öndedir. Tam da bu noktada Gâzi Mustafa Kemal Atatürk tarafından -genç yaşına rağmen- Adalet Bakanı yapılan dahası Türk Medenî Kanunu’nun da mimarı olan Mahmut Esat Bozkurt’un 1910’da henüz 18 yaşında bir Mülkiye (Hukuk Fakültesi) öğrencisi iken yazdığı makalede geçen şu satırlara göz atalım: “Tecavüz eden erkeğin, tecavüz ettiği kadınla evlenerek cezadan kurtulması ilkeldir. Bu kabul edilemez!.”
İslâm, barış dinidir canlar. İslâm, huzur dinidir. İslâm, sevgi dinidir vesselâm. Böyle bir dinin, evlilik gibi toplum (cemiyet, social) hayatını yakından ilgilendiren bir meselede dengeyi (mizan), düzeni (nizam) göz ardı edebileceğini düşünmek ise en hafif söylemle (tâbir) safdillik olur. Hz. Ayşe’nin (Arapların söylemiyle Âîşa/Âîşe) güçlü bir belleğe (hafıza) sahip olduğunu; Arap-İslâm tarihinin ilk kadın öğretmeni olduğunu ve değil kadınların, yaşı ilerlemiş erkek sahabelerin bile gelip, onun derslerine katıldığını dahası -kadın ve erkek arasındaki özel ilişkiler başta olmak üzere- en çok hadis aktaran sahabelerden olduğunu da bilmelisiniz. Söz konusu bu evlilikteki hilmi, hikmeti, hüsn-i niyeti (iyi niyet) anlamaya çalışmalısınız. Ama her şeyden önce Yüce Tanrı’nın buyruğuna uyup, bol bol okumalısınız. İlk okuyacağınız kitap da, ilk emri “Oku!.” olan rahmet ve şifa kaynağı Kur’an-ı Kerim olmalıdır. Üstelik bu okuma, papağanvâri bir okuma da olmamalıdır. Olmaması için de -bizzat Gâzi Mustafa Kemal Atatürk’ün isteği ile- Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır tarafından yazılan Kuran-ı Kerim’in Türkçe çevirisinden (tercüme, meal) başlamalısınız. Yaradan Tanrı’nın adıyla!..Mehmet Açık