Keşkelerle büyüyen, keşkelerle tükenen bir dünyada yaşıyoruz. İnsan olmanın, gerçek bir insan gibi davranmanın ne yazık ki bir okulu yok.
Ahlak, vicdan, empati gibi insani değerler üzerine bir diploma verilmiyor. Olabilseydi, dünya bambaşka bir yer olur muydu?
Elbette olurdu. Çünkü bugünkü sorunlarımızın kaynağı, insanın içindeki eksikliklerde gizli.
Her isteyen anne ya da baba olmamalı belki de. Çünkü anne-babalık yalnızca bir çocuğa hayat vermekle sınırlı değil; o hayatı anlamlandırmak, yönlendirmek ve yaşanabilir bir dünyanın kapılarını açmak anlamına geliyor. Sevgi, saygı, merhamet bilmeyen birinin bunları bir çocuğa öğretmesi mümkün mü? Ama yine de herkes bu sorumluluğu kolayca alıyor ve sonuç; sevgisiz, anlayışsız, empatisiz nesillerle dolup taşan bir dünya.
Eline silah alan, bir cana kıymanın ne kadar kolay olduğuna inanabiliyor. Oysa bir hayatı sona erdirmek, bir dünyayı yıkmaktır. Ama sadece silah değil, dil de bir tür silahtır. Kontrolsüz, terbiyesizce söylenen sözler, tıpkı bir mermi gibi yüreklere saplanır. Yıkıcıdır, öldürücüdür. Yine de dilimize hâkim olmak yerine, haklı görünmek adına konuşmayı tercih ediyoruz. Doğru olmak değil, haklı görünmek derdindeyiz.
Adalet, hak, vicdan… Bu kavramlar giderek bir sis perdesi arkasında kayboluyor. Çok konuşanlar kazanıyor; doğru konuşanlar, haklı olmalarına rağmen kaybediyor. Oysa insan olmanın temeli, sorumluluk alabilmek ve sözünün arkasında durabilmektir. Ama ne yapıyoruz? Bahaneler üretiyoruz. “Ben öyle demek istemedim,” “Yanlış anlaşıldım,” ya da “Bir anlık öfkeydi.” Bu bahanelerle sorumluluklarımızdan sıyrılabileceğimizi sanıyoruz.
Vicdanlarımızı çürümeye terk ettik; kalplerimiz ise sevgiyi değil, nefreti biriktiriyor. Papatya yaprakları koparıp fal bakıyoruz; ama o yaprakları koparanın biz olduğumuzu, aşkı kendi ellerimizle yıktığımızı kabul etmiyoruz. İnsanlara dair fikir yürütüyoruz, yüzlerini bile görmeden yargılıyoruz. “Kime göre, neye göre?” sorusunu bir kenara bırakıp kendi adaletimizi dağıtıyoruz.
Kötülük sıradan bir gerçekliğe dönüştü. İyilikse artık bir tesadüf. Tesadüfen yapılan iyilikleri küçümsüyor, üzerlerine kara bir gölge düşürüyoruz. Utanmıyoruz. Masumiyetin ardına sığınıyoruz, ama arkamızda ezilmiş karıncalar bırakıyoruz. Boyları küçük diye fark etmiyor olabiliriz, ama gerçekte katiliz. Sözlerimizle, eylemlerimizle, tutumlarımızla…
Nefretin bitmediği, kavganın sona ermediği bir dünyadayız. Sevgi tükeniyor; insanlık ise kırılgan bir porselen tabağa dönüşüyor. Ve biz, elimizdeki o değerli tabakları birer birer yere düşürüyoruz. Kırılan şeylerin eski haline dönmeyeceğini unutarak.
Yine de hâlâ bir umut var. Keşkelerle dolu bir dünya, “daha iyisini yapabiliriz” diyen bir nesil tarafından iyileştirilebilir. Sevgi ve saygıyı yeniden hayatımızın merkezine koyabiliriz. Belki geç kaldık, belki pek çok şey kaybettik. Ama insan olmak, farkındalıkla yeniden şekillenebilir.
Bu bir çağrıdır: Kendimize, insanlığımıza, değerlerimize dönmenin çağrısı. Çünkü keşkelerle tükenen bir hayat, farkındalıkla yeniden inşa edilebilir. Ve belki de bu, dünyamız için yeni bir başlangıç olabilir.
Nihal Taş