1980’li yıllardı.
Cumartesi günleri Kocamustafapaşa’da kurulan bir pazarda tezgâh kiralamış, toptancıdan aldığım çocuk şortlarını satmaya çalışıyordum. Kalabalığın içinden bir kadın çekinerek tezgaha yaklaştı ve şortlara bakmaya başladı. Fiyat sordu. Söyledim.
Uzun uzun şortlara baktı, evirdi çevirdi, düşündü. Sonra da bana belli etmemeye çalışarak avucundaki bozuk paralara baktı.
Yine düşündü. Yüzü asıldı. Birkaç adım atıp tezgâhtan uzaklaştı. Orada durup bir daha düşündü, ve yine elindeki paraya baktı.
Bir süre sonra geri geldi ve terli avucundaki bir tomar bozuk parayı bana uzattı ve çaresizlik içinde “Bu kadar var. Olur mu?” diye sordu.
İlk defa bir insanın böylesi bir çaresizliğine şahit oluyordum.
Kadının yüzüne baktım. Yüzü güneşten kavrulmuş, yüzü keder çizgileriyle dolmuştu.
“Canın sağ olsun. İstediğin şortu al, para vermesen de olur.” dedim.
Kaşları çatıldı. “Yok olmaz öyle, para vermeden alırsam, sadaka olur. Al sen bunu al.” deyip avucundaki paraların hepsini tezgâha döktü.
İyi bir şey yapayım derken, kalbini kırmıştım. “Tamam tamam kızma hemen.” dedim.
Bu sefer o siyah bulutlarla kaplı yüzü dudaklarına konan tebessümle aydınlandı. “Allah razı olsun senden. Sen daha gençsin, zorda kalmanın ne demek olduğunu bilmezsin. Ama olur da, bir gün senin de elinde avucunda bir şey kalmazsa, bugünü hatırla, beni hatırla…Düşsen de, asla onurunu düşürme.” dedi ve şortların arasından kırmızı çizgili olanı aldı, koynuna soktu ve son kez gözlerime bakıp, pazar kalabalığının arasında kaybolup gitti.
……..
Aradan yıllar geçti ve 1995 Ekim’inde benim mülteci hayatım başladı. Yağmurlu bir İstanbul sabahında Türkiye’den ayrılmak zorunda kalmıştım.
Geride bıraktığım işim gücüm, ailem, dostlarım, kitaplarım, hayallerim, tiyatro, radyo, okul ve ülkem…
Almanya’nın bir köyünde hayata sıfırdan başladım.
İş yok, dil yok, ev yok, dost yok. Zar zor bulduğum bir bodrum katında yaşıyorum. Devletin verdiği destek iki günde bitip gidiyor. Varsa yiyiyorum, yoksa açım.
Yine bir akşam üstü, evde bulduğum bozukları cebime koyup yakınlardaki Türk bakkalının yolunu tuttum. Bir yandan karnımı nasıl doyurabilirim diye düşünürken, diğer yandan da cebimdeki bozuk paraları sıkı sıkı tutuyorum.
Dükkâna girdim, sağa sola bakındım ama avucumdaki para hiçbir şeye yetmiyor. Tam umudu kesmiş dışarı çıkacakken, önümdeki rafta yanyana dizili makarnaları gördüm. Evet evet, makarna alabilirdim.
Hemen en ucuzlarından bir tanesini alıp, kasaya geldim.
Kasada genç ve güzel bir kız.
Makarnayı kıza uzattım ve cebimdeki bozuklukları çıkardım.
“Ne kadar?”
“Bir Mark on iki Pfenning!”
Olamaz!
On yedi Pfenning eksik!
Kıza baktım.
Makarnaya baktım.
Tekrar avucumdaki bozuklara baktım.
Sonra cesaretimi toplayıp, parayı kıza uzattım.
“Bende bu kadar var. Olur mu?” diye sordum.
Kız şaşkınlıkla terli avucumdaki bozuk paralara baktı ve “Şey..Önemli değil..Bu seferlik hiç vermesiniz de olur.” dedi.
O an, yıllar öncesine, Kocamustafapaşa’daki o pazar tezgâhının başına gittim. Karşımda duran kadın bana “Allah razı olsun senden. Sen daha gençsin, zorda kalmanın ne demek olduğunu bilmezsin. Ama olur da, bir gün senin de elinde avucunda bir şey kalmazsa, bugünü hatırla, beni hatırla…Sen düşsen de, asla onurunu düşürme.” diyordu.
Kadının yüzüne baktım. Yüzü güneşten kavrulmuş, yüzü keder çizgileriyle dolmuştu. Arkasını dönüp, pazarın kalabalığında kaybolurken, arkasından baktım ve gülümsedim. “Hatırladım seni teyzem…Seni hatırladım…”
Arkamda bekleyen Alman kadının beni dürtmesiyle kendime geldim. Kasadaki kıza “Lütfen, en azından bunları al.” diyerek elimdeki paraları kasanın önüne bıraktım. “Hakk senden razı olsun. Sen daha gençsin, zorda kalmanın ne demek olduğunu bilmezsin. Ama olur da, bir gün senin de elinde avucunda bir şey kalmazsa, bugünü hatırla, beni hatırla…Düşsen de, asla onurunu düşürme.” deyip, oradan ayrıldım.
……
O günden bugüne köprünün altından epey sular aktı.
Çok para kazandım, çok para harcadım.
Yokluğu da gördüm, varlığı da.
Gün oldu yapayalnız kaldım, gün oldu kalabalıktan, ilgiden, alakadan nefes alamadım.
Biletim olmadığı için saatlerce yol yürümüşlüğüm de var, son model arabalara binmişliğim de.
Gün oldu, bir romanı dolduracak laflar ettim, gün oldu, derdimi anlatacak bir kelime bulamadım.
Yoksul sofralara buyur edildiğim de çok olmuştur, zengin sofralarında baş köşeye oturtulduğum da.
Ama bunca yaşanmışlığın arasında yolumu aydınlatan en önemli derslerden bir tanesi de, gençlik yıllarımda, Kocamustafapaşa Pazarı’nda karşıma çıkan o kadının ettiği o sözler olmuştur.
Şu üç kuruşluk dünya para, mal mülk ve şan söhret için eğilip bükülmeye değmez. İnsandır, düşer, sonra düştüğü yerden kalkıp yoluna devam da eder ama onur bir kere yerlere düşmeye görsün, o hep orada kalır!
“Ünlü Fransız Avukat Berryer sefalet içinde ölüm döşeğindeyken onu iki genç avukat ziyaret eder ve birisi “Efendim, zamanında ayaklarınızın altına en büyük hazineleri serdiler. Neden almadınız?” diye sorar. Berryer’in cevabı tokat gibidir. “Almam için eğilmem gerekiyordu!”
***
Şimdi ,kimi zaman, ilgilendiğim aileler bana “Tamer bey sizden çok şey öğrendik.” derler. Ben de onlara “İnanın, sizin bana öğrettikleriniz, benim size öğrettiklerimden çok daha fazladır.” derim. Gerçekten de öyledir. Ben kitaplardan çok insanlardan öğrendim. Bu yüzden “Okunacak en büyük kitap insandır.” sözünü çok severim.
Sen de bir gün darda kalırsan,
Sen de bir gün çaresizliği yaşarsan,
kimsesiz, yorgun, umutsuz…
Sen de bir gün düşersen, benim bu yazdıklarımı hatırla olur mu?
“Sen düşsen de, asla ama asla onurunu düşürme.”
***
Özünüze rast gelesiniz.
Sevgiyle.✍Fatih Küpeli