EFSANE REİSİN ARDINDAN
ABBAS BOZYEL’DEN MİKAİL GÖLELİ’YE
“Sevdiklerim göçüp gidiyorlar birer birer
Ay geçmiyor ki almayayım gamlı bir haber.
Kalbim zaman zaman bu haberlerle burkulu;
Zihnim düşünceden dağınık, gözlerim dolu.
(Y.K.Beyatlı)
Toplumsal hayatımız içinde yer alan bir kısım kıymetli insanları tanımak, onların hayat mücadelelerini bilmek, hatırlamak, anlatmak aynı zaman da insani bir vazifedir.
Lakin birkaç sahife içinde kaleme almaya çalışacağımız böylesi küçücük tanımlamaların altında yatan nice devasa bir mücadeleler, nice kitaplara sığmaz çile ve zorluklar, nice üzüntüler, sevinçler vardır. Ah, keşke bir bilebilsek…
Biliyoruz ki hatıralar yaşadıkça onu anlatan da, dinleyen de, okuyan ve yazan da, kenarda oturan da, yoldan geçen de, velhasıl herkes bir nebze de olsa dile getirilen, kaleme alınan konunun kahramanı ile bütünleşmekte, onunla aynı zamanı yaşamakta, onun hayatında kendini bulmakta ve de mevzunun kahramanını kendi dünyasıyla bütünleştirmektedir.
Yani hatıralar bir bakıma hafızayı beslemekte, başta vatan mücadelesi olmak üzere her milli duruş ve mukavemet bu sayede de güç kazanmakta, milli hafıza da kendini destekleyen milli, anlamlı ve mahalli de olsa böylesi hatıratlarla beslenerek ölümsüzleşmektedir.
İşte Türk milliyetçilerinin hem Iğdır ve Türkiye’de hem Avrupa’daki yürekli ve cesur sesi olan Efsane Reis Mikail Göleli’nin ölümünün (toprağa verilişinin) 1.yılına denk gelen 7 Eylül günü; hem yürek sızımızın ve hasretimizin yeniden depreşmesine, hem de yokluğunu tekrar iliklerimize kadar hissetmemize bir kez daha vesile oldu. Kuşkusuz ki yarım asrı aşan bir dostluk, kardeşlik ve ülküdaşlık hukukunu mezara kadar sürdürebilmek en onurlu, en vefalı ve en kadirşinaslık örneğidir.
Aramızdan ayrılışı bir yıl olmasına karşın hala; ailesini, evlatların akrabalarını ve biz arkadaşlarıyla tüm ve Iğdırlıları sarsan bu tarifsiz üzüntüyü dile getirmek ne mümkün?
Şahsen kendimle ilgili sahifelere sığmaz 52 yıllık kader ve yol arkadaşlığımızı her yönüyle anlatmak mümkün olmasa da, birkaç kelam ederek, birkaç cümle yazarak o güzide ve güzel insanı yâd etmek istedim.
Zira gençlik yıllarımızın o emsalsiz milli şuur ve heyecanıyla ayaklandığımız, bayrak gibi dalgalandığımız günler; Türk devletini ve milletini ebed müddet yaşatmayı, tüm Türk-İslam dünyasını, Türklüğün o muhteşem mazisinde olduğu gibi bir ve bütün kılmaya, içimizdeki hainlere karşı durmaya yemin ettiğimiz yıllardı.
Bu milli ve manevi hedefler doğrultusunda nice şehitler vermiş nice bedeller ödedik. Ülkülerimiz uğrunda her türlü meşakkati, çile ve yokluğu, sürgünlerde yaşamayı kendimize katık yaptık Cezaevlerini Yusufiye’ye, Taşmedreselere çevirdik. Hürriyetimizin gasp edildiği, prangalandığı o karanlık zindanların ıssız ve soğuk hücrelerinde tefekkür ve şükür secdelerimizin sahibi Yüce Allah’tan başka kimsemiz olmadı.
Böyle bir mayanın ve bu muazzez ülkü yolunda ortaya koyduğumuz aşk ve sadakatin ancak şehadetlerle, acılarla, ıstırap ve eziyetlerle taçlandığında bir anlam ifade edileceğini Ülkü Ocaklarında öğrendik. Milliyetçi Hareket saflarında olgunluğa ermeye çalıştık.
Adeta bir asker gibi, Anadolu’nun tüm ücra köşeleri dâhil memleketimizin her bir sokağında, çamurlu yollarında koştuk, ter akıttık, can verdik… Bir tek gün olsun; “öf, yeter” demedik. Ne ülkülerimizden ne ilkelerimizden, ne de Elif misali dik duruşumuzdan taviz verdik.
Evet, insanlar unutsa bile, tarih unutmaz. Bazıları inkâr etse bile, Cenab-ı Hak şahittir. İlk gençlik çağlarımızdan itibaren memleketin tozlu yolları, Anadolu kentlerinin sokakları, 15-20 kişinin bir arada sadece yatağını ve sofrasını değil yüreğini de paylaştığı günlerdi. Tabii ki o yıllar özelde Iğdır’ın, genelde Türkiye’nin, Türklüğün, Türk-İslam dünyasının geleceğinin, Turan ülküsünün tartışıldığı ve uğrunda canımızdan vazgeçilmeye yemin edildiği en müstesna ve şerefli yıllardı.
İşte bu zorlu, çetin ve karanlık dolu günlerin dillerde adı konuşulan bir yiğidi vardı. O ülküdaşımız kimimizin ağabeysi, kimimizin kardeşi, kimimizin her daim kapısını çalacağı bir “aman kapısıydı”… İşte bu kişi daha sonra “Efsane” diye anılacak olan Reis Mikail Göleli idi.
Aziz dostlar, bir insanın “Eşref-i mahlûkat” olmasını sağlayan iman, inanç, cömertlik, yiğitlik, yardımseverlik, milli ve manevi değerleri muhafaza ve uğrunda ölümü göze alacak yiğitliği sergileme, namus-haysiyet gibi tüm değerleri bünyesinde bütünleştiren değerleri yaşayan ve anlatan bir müstesna şahsiyetti Mikail Göleli.
O, Mevlana’nın “Günün ve menfaatlerin adamı olmaya çalışma, hakikatin adamı olmaya çalış” sözünde belirttiği gibi hayatında asla şahsi çıkarlara yer vermedi,
Bilmenizi isterim ki çok kısa da olsa, dile getirdiğim bu yürek sözlerim, öncelikle onunla yıllar önce, ta çocukluk yıllarından başlayan yol arkadaşlığımızın gereği olan “samimiyet, itimat, sadakat ve vefanın” en içten gelen bir hisle dava arkadaşlarımızla paylaşılmasıdır.
Hususen belirtmek isterim ki M. Kemal Atatürk’ün “Bizim yüzümüz, her zaman temiz ve lekesiz idi ve daima temiz ve lekesiz kalacaktır.” Sözlerine layık arkadaşlarımızın başında tüm olgunluk, temizlik ve lekesizliğiyle gelir Efsane Reis…
Bu mana da o, ebedi hayata intikal edinceye kadar, özel hayatında, iş hayatında ve de mücadele hayatında ucuzculuğa asla prim vermedi. Her daim tavizsiz, milli-manevi ve ilkeli bir duruşu oldu. Bir diğer hakikat de, Mikail Reis şu veya bu biçimde, kendini kimseye beğendirmek hevesine asla düşmedi. Mütevazıydı. Bilhassa şan, şöhret, nam gibi etiketlere hayatında hiçbir zaman öncelik vermedi.
İçimizde en güvenilir birisiydi. Onun “milli ve dik duruşu” biz arkadaşlarını her zaman yüreklendirmiş, karşıtlarımızı ise her daim kıskançlık ve öfke nöbetine sokmuştur.
Gerek yurt dışındayken, gerek Türk iyeye döndükten sonra, Ülkücü Hareketin içinde yer almış, mücadele etmiş, gerecekten de fedakârlıklarda bulunmuş bazı ülküdaşlarımızın “gayri memnun” tavırları yahut ideolojik bir kırılma yaşayan ya da kişisel hırsı ile hareket ederek başka siyasi oluşumlara yaklaşanlara hayret ederdi. Türklük düşmanlarının ekmeğine yağ sürmekten başka bir anlamı olmayan bir takım suçlamalar ve iftiralar karşısında “o zaman ne diye ülkücü kimliğin arkasına gizlenerek siyaset yapmaya kalkışıyorsunuz? Diyerek hep onları tenkit etmiştir. Onu yakından tanıyanlar çok kere onun ağzında şu sözleri duymuştur, “ Arkadaşlar memleket meselesinde yorgunluk, yılmak ve pes etmek yoktur. En büyük mükâfat Allah’tandır. Bir diğer mükâfat da başınızı yastığa koyduğunuzda müsterih olacak olan vicdanınızdır”
Mikail Reis yukarıda da değindiğim gibi Türklüğün son kalesi ülkemizde, Türk milliyetçilerinin vatan sevgisinin acımasızca sorgulanmasını asla kabul etmezdi.
Mşikail Göleli tüm haşmetinin yanı sıra görünenin aksine çok duygusaldı. Bir fakir, bir güçsüz, bir yardıma ihtiyacı olanı gördüğünde cebindeki son kuruşuna kadar harcardı. Arkadaşlarına karşı olan hem sevgisini hem onların varsa yaptığı yanlışlık hepsini kırmadan-incitmeden yüzüne söylerdi. Yüreğinde hiç bir şeyi gizli tutmazdı.
Milli şuur şehitlerimizin al kanlarında vücut bulmuştur inancıyla, öncelikle şehit olan ülküdaşlarımızla, bu toprakları bize vatan yapan aynı zaman da bu yurdu bize emanet eden, “vatanın kara bağrında sıra dağlar gibi yatan” aziz şehitlerimize borçlu olduğumuz hakikatinden asla uzaklaşmadı. Tüm şehit ülküdaşlarımızın ailesinin yanında oldu.
Duygusaldı dedim ya.. Duygusallığı tarihi haşmetimizden alan, anlattığı zaman gözleri yaşaran, yürek çarpıntısı dışarı çıkacakmış gibi destanlarımızı anlatırdı. Mikail Reis milliyetçilik şuurunu kimi zaman Ergenekon destanında yol gösterici Bozkurt’un kılavuzluğunda yaşardı. Kimi zaman Çanakkale geçilmez destanını yaratan kahramanların “anadan, yardan ve candan vazgeçen” teslimiyetindeki ilahi sırda, kimi zaman İstiklal kahramanlarının kararlı, azimli ve güvenli duruşunda yaşarken, kimi zaman bugün bir başucu taşı bile bulunmayan isimsiz kahramanların karşılığı bulunmaz özverisinde bulurdu…
Mikail Reis haklıydı. Eğer adımızı verdiğimiz Türkiye’mizin bize vatan olmasında kanı toprağa dökülen her bir şehide bir mezar taşı dikilseydi, inanınız ki vatanımız; baştanbaşa şehitler kabristanı kesilirdi. İşte o, bu baş taşı dahi olmayanların yüreğine dert eder, bu yürek ağrısıyla gözyaşı döken birisiydi.
Onun bir farklı özelliği daha vardı ve bu ölümüne kadar devam etti. İstişareye önem verirdi. Çocuk olsa bile dinler not alırdı. O İnandıklarını, savunduklarını ve yaşadıklarının aynasıydı. O yürekli, şahsiyetli birisiydi. Aynı zamanda centilmen, ağırbaşlı ve nezaketli idi. Korkusuz ve gözü pekti;“ insan gibi dik ve onurlu, haysiyetli ve faziletli yaşamak, aslan gibi de ölmek lazım” derdi. Söylediklerine çok dikkat ederdi. Her söz ve davranışında hep samimi ve doğruydu. Ve de hassaten belirtmek isterim ki Mikail Göleli Reis, “içindeki egoyu öldürmüş” birisiydi.
O yardım severliği nedeniyle daima hayır dualarla anılan cömert ve çalışkan bir ailenin çocuğuydu. Bu yönden de çok mutlu ve huzurluydu.
Onun sevdasının katığında kimi zaman eli nasırlı, eli öpülesi insanımızın keder ve sevinci, kimi zaman memleketimizin her yeri, göğü, ayı ve yıldızı, al bayrağı, gök kubbeyi çınlatan ezan-ı Muhammediye vardır. ve de Mikail Göleli’yi, Mikail Göleli yapan ruhta; Ehlibeyt Aşkı, Ali Cesareti, Allah’ın lanetine ve gazabına duçar olmuş Yezit gibi birinin karşısında kıyam etmiş, hakkı temsil etmiş, hakkın hak bağıran sesi olmuş İmam Hüseyin ruhu vardır.
Onun heyecan ve cesaretinin temelinde, Türk adıyla dünyaya nam salan insanımızın eşsiz bir aşkla, cesaret ve cengâverlik ruhuyla içini doldurduğu yüreği, kimi zaman gaza meydanlarında kahramanlık destanı yaratanların şecaat ve bahadırlığı da vardır.
Onun öfke ve kızgınlığında, asırlardır Türklüğün başına bela kesilmiş, sosyal maliyeti ağır bedeller karşısında kazandığımız topraklarımızı parsellemek yeminlerinden vazgeçmeyen ve bu topraklar bizimdir, “ya def olur gidersiniz yahut yok olur gidersiniz” diyen haçlı zihniyetinin dur-durak bilmeyen tuzağı, kahpelik ve alçaklığı vardır.
Onun her an yüreğini parçalayan, terörist ihanet odaklarının, şehit ettiği gencecik Mehmetlerin geride kalan çoluk çocuklarının, şehit evladını özleyerek ruhunu teslim eden ana ve babaların ölüm anındaki hasret gözyaşları vardır.
Mikail Göleli gözü pektir. Allahtan başka kimseden korkmazdı. “Aslan gibi ölmenin ecri, insan gibi dik ve onurlu ve haysiyetli yaşamaktır.” Şiarıyla hep hayatının kilometre taşlarını döşedi.
Hâliyle ki bu satırları yazarken onu bir masal kahramanı gibi süslemek derdinden uzak bir şekilde, idrakimin yettiği, dilimin döndüğü, kalemimin kifayet edebileceği bir sadelikle anlatmak istedim. Sayısını bile kendinin bilmediği talebelere yardım etti ve okuttu, binlerce ihtiyaç sahibi aileye yardım etti.
Yazdıklarım birilerine yetersiz birilerine mübalağalı gelebilir. Fark etmez. Biz sevsek yahut nefret etsek diğer taraftan onu yükseltmeye veya alçaltmaya çalışsak ne yazar. Yeter ki birini Allah sevsin. İman ediyoruz ki; Allah Teâlâ dilediğini ikramda bulunarak yükseltir, dilediğini de intikamıyla alçaltır.
Şöyle bir hafızalarımızı yoklayalım… Kimler Turgut Demirkaya, Rıfat Asiti, Ali Aras, Adnan Işık, Mustafa Hayat, Ali Asker Yılmaz, Erol Çiftçi, Rahmi Akbulut, Yusuf Kaya, Necmettin Yıldız, Behman Ayrım, Fatma Tuncer, gibi nice şehitlerimize vefasızlık yaparak, sırtlarını dönerek gitti saflarımızdan.
Kimileri de ne yaşarlarsa yaşasınlar Mikail Göleli gibi, bizler gibi inançla yürüdüler dava arkadaşlarıyla yan yana, omuz omuza.
Büyük Hun –Türk imparatoru Atilla’nın insanı iliklerine kadar titreten, şaheser bir sözü vardır; “Ben sadece asil bir ailenin evladı olmakla değil; fakat asil bir milletin evladı olmakla da gururluyum.”
Ehlibeyt kültürüne sahip baba ocağında muazzam bir manevi terbiye ile yetişmenin gereği bir hayat çizgisinde, hiç teklemeden yaşamını yönlendirdi. Yol arkadaşları ülküdaşları olarak bizlerde büyük bir saygınlıkla ve hayranlıkla onunla yürüdük.
1995 de MHP saflarından Milletvekili seçildi ama barajı aşamadık diye o da TBMM’de hakkı olan yerde olamadı. Daha sonra nasip değilmiş diyerek bir daha müracaat etmedi. Hep kolumuzdan tuttu, yanımızda ve arkamızda oldu. Biz de, şahsen kendim de, ona hürmet ve muhabbetimiz gereği olarak asla bir adım önünden yürümedik. Onu kıracak bir saygısızlığımız olmadı.
O, ulu ecdadımızın dediği gibi, bugüne kadar helal lokmasının ve helal sütünün gereği içinde yer aldığı siyaset ve hayat kavgasında hep milli ve manevi değerlerimizin safında yer aldı, kendini bu kıymetler ikliminde bayraklaştırdı.
Bir diğer taraftan onun bende “mezara kadar gidecek”, devlet uğrunda yurt içinde ve dışında ifa ettiği nice kutu mücadele ve işler var. Ancak kendime bile tekrar etsem, bu emanete ihanet etmiş olurum. O yönünü inanıyorum ki bir gün tarih yazacak, devlet onu hak ettiği manevi ödülle ödüllendirecektir.
Evet, güzel dostlar inanınız ki Iğdır’ımızda veya başka yerlerde, Avrupa’da, “Efsane Reisi” tanıyan yüzlerce, binlerce insana sorunuz. Deyiniz ki; “Mikail Göleli sizin için ne ifade eder?”. Emin olunuz ki verilecek cevapların hepsi aynı olacaktır. “O vatanseverdir. Devletine ve milletine ölümüne bağlıdır. Emin, güvenilir ve sözünün eridir. Merttir-cömerttir. Türk milliyetçisidir. Ahde vefalıdır. Ehlibeyt aşkıyla yüreği yanan, Allah dostu birisidir.
Bu anlamda merhum H. Nihal Atsız’ın, yiğitlerin dillerine mesel olan bir haykırışı nasıl da yakışır Efsane Reis Mikail Göleli’ye; “Er kişilikler kıyar da öz canına, bir damlacık leke sürmez şanına…
Hülasa; Rabbim ruhunu şad, makamını cennet eylesin. Aslan gibi yetiştirdiği Metehan ve Burak oğullarıyla ile birlikte tüm ailesinin ve biz dava arkadaşlarının, dost ve yakınlarının, tüm Iğdırlıların tekrar başı sağ olsun. Hak Teâla onu Yüce Peygamberimizle ve nuru ala nur soyu Ehl-i Beyt ile haşreylesin.
Son zahmetim olacak, omuzlasın dostlar beni,
Üstüme toprak atıp çiğnesin dostlar beni.
Uğramak üzere ayrılmadan yanımdan,
Fatiha bağışlayıp dinlesin dostlar beni
(Ş.T)