BUGÜN HALKIN SORUNLARININ ÇÖZÜMÜ, PLANLI KALKINMA, BOL ÜRETİM VE HAKÇA PAYLAŞIMLA MÜMKÜNDÜR
2025 yılı yaklaşıyor.
Gazetelerde, televizyonlarda, sosyal medyada asgari ücretten çalışanların, emeklilerin ne kadar zam alacakları tablolarla ortaya konuluyor.
Hiçbiri milletin büyük çoğunluğuna umut olamıyor. Çaresizlik ve yakınma sürüyor.
Yakınmaktan başka sesler de duyulmuyor.
Yine de işçilerin, memurların, bütün çalışan ve emeklilerin gözü kulağı gerçek enflasyon ve artan pahalılık karşısında bir umutla (!) açıklanacak zamlarda!
Kendilerini pahalılıktan koruyabilecek, refah içinde yaşamayı, istediğini yemeyi içmeyi, içinde barınabilecek evler satın almayı bir yana bırakın, borçlanmadan yaşayabilecekleri, kiraları zamanında ödeyebilecek, çocukların servis dâhil okul masraflarını, gaz, elektrik, su, telefon, ulaşım, yiyecek, giyecek vb asgari bir düzeyde yaşayabilmek için zorunlu ihtiyaçları karşılayabilecek kadar bir zam verilecek mi verilmeyecek mi?
Gerçekçi olmak zorundayız.
Dost acı söyler!
Asla olmayacak!
Hangi parti ya da ittifak, hükümet olursa olsun!
1945’li yıllardan bu yana Atatürk’ün kamucu, halkçı, üreten ve büyüyen bir Türkiye programının terk edilmesinden sonra ülkemize dayatılan milli ve yerli üretimden uzak, 1930’lu yıllarda hayata geçirdiğimiz fabrikaların, çiftliklerin, maden işletmelerinin, limanların, elimizde ne kalmışsa kelepir bir mal gibi elden çıkartılması sonucunda artık İMF’ye ya da yabancı para simsarlarına avuç açmaktan başka çare kalmadığı içine düştüğümüz bu zor koşullarda itiraf edilmeye de başlanmıştır.
Ancak ipler kopmuş, köprü yıkılmış geri dönüş neredeyse imkânsız bir hale gelmiştir.
50 yıl önceye kadar kendi ürettikleri ile yetinen 7 ülkeden biri olan Türkiye, artık açlık ve yoksullukla karşı karşıyadır.
“Küçük Amerika Olacağız” hülyaları yaygınlaştırılarak farkına varmadan içine sokulduğumuz “Amerikan Rüyası” çerçevesinde emperyalist ve Atlantikçi sistem, bizi ayaklarımız üzerinde duramayacağımız bir çukura çekmiştir.
Mecbur ve mahkûm edildiğimiz serbest piyasa ekonomisi, bizi üretim yerine ithalat girdabına sokarak, geçmişte kazandığımız her şeyi özelleştirerek, satarak 1930’lu yıllarda o zor koşullarda dünyanın en hızlı kalkınan iki ülkesinden biri olan Türkiye’yi kendi başına yetemeyeceği bir duruma, küresel para babalarının kucağına itmiştir.
Bu koşullarda hiçbir hükümet, yüzde kaç oy alırsa alsın, devrimci, kamucu, halkçı ve milliyetçi bir ekonomik sisteme sarılmadan özellikle sıkıntı içindeki çalışanlara ve emeklilere, refah sağlayamayacak, bugünden daha iyi koşullar sunamayacaktır.
Bu ittifakların milletin sorunlarını çözebilecek bir planları, programları yoktur. Havanda su dövmekten başka bir iş yaptıkları da görünmemektedir.
Ülkemizi ve milleti derin sorunlardan kurtarabilecek üreten ve büyüyen bir Türkiye inşa edebilmek için, ruhlarına kadar teslim oldukları, ithalatı hâkim kıldıkları bu serbest piyasa çerçevesinde, üretici kesimlere mazottan enerjiye; tohumdan gübreye ne gerekirse vererek çiftçileri, küçük, orta ve büyük sanayicileri milli üretimi ve tasarrufu artırarak yeni istihdam alanları açarak halkın satın alma gücünü yükseltmek, enflasyonu aşağı çekmek ve refahı sağlamak gibi bir niyetleri de söz konusu değildir.
Bunlara, göbekten bağlı oldukları serbest piyasa ekonomisi ve liberalizm izin vermez.
Planlı kamucu, halkçı bir program ile ancak üreten ve büyüyen bir Türkiye’de ithalat ve ihracat oyunlarına son verilebilir, üretimin bolluğuna dayanan gayrı safi millî hâsıla ile milletin satın alma gücü artar, işsizlik azalır, pahalılık ve enflasyon da düşer, milletin karnı doyar;
Bunun için de;
Ancak planlı bir Tasarruf ile Yatırım, İstihdam ve Üretimin hayata geçirilmesiyle hızlı ve düzenli gelişen bağımsız, yerli bir ekonomi sonucunda artan zenginliğin hakça paylaşımının sağlanması ile milletin refahı artırılabilir ve milletin mutluluğu, iç cephenin birliği sağlanır!
İşte huzurun ve refahın kısa formülü budur!
Bütün bunlar da, küresel sermayenin baskı ve dayatmalarının, ekonomik yaptırımlarının ve bunların arkasında duran, ülkemizi dört bir yandan üslerle kuşatan emperyalist güçlerin askeri ve silahlı araçlarının, bölücü terör örgütlerinin karşısında dizleri titremeden, aynı Atatürk’ün 1930’lu yıllarda yaptığı gibi, kararlı ve dimdik bir duruşu öncelikli ilke olarak içselleştiren, iç cepheyi de emperyalistlerden gelebilecek tehdit ve saldırılara karşı sağlam tutan “tam bağımsız bir Türkiye” hedefine ulaşma azmi ve iradesinde mümkün olabilecektir.
Mehmet Açık