Bugün İslamiyet’ten söz ederken, hele İslamiyet’in modern eğitimle, modern kültürle, modern sanatla ilişkisi söz konusu olduğunda, özellikle Batı ülkelerindeki birçok kişi, “modernleşme ile İslamiyet’in bir bakıma zıt kutuplar oluşturdukları, biri alanını genişlettikçe ötekinin alanını daralttığı” önyargısını taşımaktadır.
Söz konusu önyargı nedeniyle günümüzde, herhangi bir Müslüman ülkedeki İslam kimlikli girişimler, “Batı karşıtı faaliyetler” olarak değerlendirilmektedir.
1971-1981 yılları arasında, ABD’de Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak görev yapan Zbigniew Brezezinski’nin, “Avrupa, Hıristiyan geleneğinden kaynaklanan bir ortak uygarlıktır.” şeklindeki sözleri,
bu konulardaki Batı kaynaklı görüşlerin bir özetidir.
Nitekim 11 Eylül 2001’de, New York’ta, Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kulelerine ve Pentagon’a yapılan saldırılar sonucu, ünlü ABD’li düşünür Samuel P. Huntington’un, 1993 yılında ortaya attığı “Medeniyetler Çatışması” tezi yeniden gündeme gelmiştir.
Huntington’a göre, Soğuk Savaş’ın, eski ideolojik kamplaşmalarının yerini, “Batı Medeniyeti” (modern, uygarlaştırıcı, erdemli) ile “Batı Dışı Medeniyetler” (modern öncesi ya da modernleştirilemez, şiddet doğurganı) arasında mücadele almıştır.
Huntington, “Batı Dışı Medeniyetler” kategorisi içinde, İslam Medeniyeti’ni öne çıkararak, İslam ve Batı kamplaşmasının dünyaya yeni bir çehre sunacağını da kaydetmiştir.
Söz konusu saldırılardan sonra birçok Batı ülkesinde, Müslümanlar’a yönelik davranış ve eylemler, anılan çifte standardın somut birer örneğidir. Çünkü bu ülkelerde, Müslümanlar ile anarşistler ve teröristler aynı kefeye konulmaktadır.
Nitekim ABD Başkanı George W. Bush da saldırıyı gerçekleştiren Müslüman teröristlere karşı yapılacak mücadeleyi, dil sürçmesiyle!!! “Haçlı Seferi’ne” benzetmiştir.
İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi de “Batı’nın, Müslüman ülkelere oranla üstün olduğunu” söylemekten çekinmemiştir.
Bu tür düşünenlerin, yalnızca anılan iki ülkenin adı geçen yöneticileriyle sınırlı kalmadığı bir gerçektir.
Özellikle Avrupa’da, birçok Hıristiyan ülke yöneticisi ve yurttaşları, aynı pasaportu taşısalar bile insan haklarının bayraktarlığını yapıyor gözükürken, Müslümanlar’ı ikinci sınıf insan olarak görmeyi yeğlemektedirler.
Bu ve benzer görüş yandaşları, küreselliği, “Dünyayı tek bir yer olarak kavrayan yeni bir bilincin biçimlenmesi, bu doğrultuda dünyanın bir bütün olarak somut yapılaşması” kabul ettiklerinden ve bu devinimi “Batı merkezli, Hıristiyan kökenli” olarak değerlendirdiklerinden, uluslar, toplumlar ve topluluklar arasındaki
kültürel ve dini farklılıkları görmezden gelmeye çalışmaktadırlar.
Özetle: İslam Dünyası ile Hıristiyan Alem arasında, yüzyıllardır medeniyetler çatışması vardı; var ve var da olacak…
Bunun en yakın tanıklarından birileri de bizleriz: Yabancı okullarda okuyan Müslüman Türk çocukları… İlkokuldan sonra bu okullarda bambaşka bir alemde yaşamaya başlıyorsunuz; başka milletlerden,
başka dinlerden insanların arasında… Hele hele yatılıysanız…
Yavaş yavaş başka bir kalıba girmekte olduğunuzu fark ederseniz, kurtuldunuz; aksi halde, dişliler arasında ezilip gidersiniz.
Zorlama kesinlikle yok; ama koşullar gereği yabancılaşmaya
başlıyorsunuz. Önce yabancılık çekiyorsunuz; sonra hoşunuza bile gidiyor, bu değişiklik…
Daha sonraları, eğer ailenizden güçlü bir eğitim almışsanız, size Türk ve Müslüman olduğunuz unutturulmamış, aksine sık sık hatırlatılmışsa; sorgulamaya başlıyorsunuz…
Biz de bir grup arkadaş bunu yaptık.
Osmanlı’nın bilinçsizce Batılılaşma’ya yöneldiği ya da yöneltildiği! Tanzimat Dönemi’nde, 1870’de bu okul, Saint Joseph Fransız Erkek Lisesi, niçin kurulmuştu?
Fransızlar’ın, “çok sevdikleri Türk kardeşlerine!!!” alicenap bir davranışı mıydı?
Hiç de değil… Üç temel neden vardı bu ve benzer okulların açılmasında:
1- Kültür emperyalizmine hizmet,
2- Yerli işbirlikçiler yetiştirmek,
3- Azınlık çocuklarının, Batı kültürüyle eğitim gereksinimlerini
karşılamak.
Örneğin, bir misyoner örgütlenmesi biçiminde 1810 yılında oluşturulan “American Board”, 150 yıl önce Türkiye’ye eğitim amaçlı gelmiş ve 233 okul kurmuştur.
İyi bir eğitim almak, tamam da; kültür yozlaşmasına uğrayarak, yerli işbirlikçi olmayacağımızı haykırmak gerekiyordu.
Biz de bunu, her fırsatta yaptık…
Ne ailelerimiz ne de biz, öyle bağnaz Müslümanlar değildik. Ama biz, bir grup arkadaş, “Frère Okulu”nda, Ramazan’da oruç tutmaya kalkıştık. Sahura kalkmak istedik. Yöneticiler şaşırdı… Sahur için yemek çıkarmak olmazdı; ancak bizi sahura kaldıracaklardı…
Akşamdan ekmek arası yapıyor, birer şişe suyu da yanımıza alıyorduk. Sahur vakti, Frère bizi uyandırıyor; biz de sessizce tuvaletlerin bulunduğu bölümde yemeğimizi yiyorduk.
Teravih namazına gitmek istedik; Saint Joseph’te yer yerinden oynuyordu… Yöneticiler, ne yapacaklarını bilemediler.
Sonunda, biz bir grup “Taşra Muhaciri”, Türk Müdür rahmetli Vehip Ata Tanla’nın yönetiminde, Moda Camisi’ne giderek teravih namazı da kıldık.
1963 Aralık ayında, Kıbrıs’ta EOKA saldırılarının yoğunlaşması üzerine, İstanbul’da düzenlenen gösterilere katılmak için izin istedik; vermediler. Biz de gündüzcü arkadaşlara getirttiğimiz Türk bayraklarını sallaya sallaya, marşlar söyleye söyleye, okul bahçesini turladık; bir yandan da “Kıbrıs Türktür; Türk kalacaktır.” sloganları atarak…
Şimdilerde düşünüyorum da çok iyi yapmışız.
Kendi ülkemizde, yabancı birilerine, “Biz, sizin okullarınızda okuruz okumasına da Türk ve Müslüman kimliğimizi, bağımsızlık ruhumuzu asla kaybetmeyiz.” mesajını vermeye uğraşmışız, o genç yaşımızda…
GHA – İstihbarat Servisi
Nihal Taş