OSMANLI DÜZENİNDE SESSİZ SEDASIZ TÜRK KIYIMI.
Osmanlıda bir usta işçinin gündelik ücreti 28 kuruş olduğu dönemde,
askere gitmek istemeyen bir Hristiyan devlete yılda 28 kuruş;
bir Müslüman Türk ise 5 bin kuruş ödemek zorundaydı.
Çoğu Türk bu parayı veremeyip askere gidiyor;
yedi yıl askerlik yapıyor;
Hristiyanlar ise kolayca ödüyor ve askere gitmiyordu.
Bu ve bu gibi toplumsal eşitsizlikler,
Osmanlı toplumunda Müslüman Türklerin zayıflamasına,
gayrimüslimlerin palazlanmasına yol açmıştı.
İngiltere’nin İzmir Konsolosu Charles Blunt Büyükelçi
Sir Henry Bulwer’e gönderdiği, 28 Temmuz 1860 günlü raporda:
“Bölgenin genel durumu gün geçtikçe iyileşmekte…
Ancak bu iyileşmeden yararlananlar Türkler değil,
onları soyup soğana çeviren Hristiyanlar…
Gülhane Hattı Şerifinin (3 Kasım 1839) öngördüğü reformlarla beraber
Hristiyanlar tarımla ilgilenmeye başladı ve
yeni gelenlerle birlikte sayıları her geçen gün daha da arttı.
Askerden dönen Türkler köylerini, kentlerini tanıyamayacak kadar değişmiş buldular.
Her yerde Türklerin yerini Hristiyanlar alıyordu.
Eskiden olduğu gibi tarlalarını işlemek isteyen Türkler,
anında Hristiyan bir tefecinin pençesine düşüyor ve
eninde sonunda toprağını satmak zorunda bırakılıyor.
Talihlerini başka yerde denemek isteyenlerin toprakları ise
gene Ermeniler, Rumlar veya Frenkler tarafından yok pahasına satın alınıyor.
Bu yolla toprak sahibi olan yabancılar arasında,
büyük çiftlikler satın almış yedi İngiliz vatandaşı daha var.
İzmir yakınlarındaki bütün topraklar yabancıların eline geçtiği gibi
daha uzaklardaki köylerde de Türkler topraklarını yabancılara satıyorlar,” diyordu.
(Orhan Kurmuş, Emperyalizmin Türkiye’ye Girişi, 1. Bası, Bilim y, İstanbul, 1974, 2. bası 1977, s. 37, 113, 216, 217.)
1830-1860 yılları arasında İzmir’in Türk nüfusu
80 binden 41 bine düşmüş, buna karşılık aynı 30 yıllık dönemde
kentin Rum nüfusu 20 binden 75 bine yükselmişti.
Fransız Coğrafyacı Elisee Reclus da 1884’te yayımlanan
“Yeni Genel Coğrafya” kitabında:
“(Türkler) Millet-i Hakime (İmparatorluğun egemen ulusu) oldukları halde,
zulüm ve baskı altındadırlar.
Askerlik görevi yalnızca Türklere yükletilmiş olup,
Türk gençleri ailelerinden alınır ve pek uzun bir süre için,
çoğunlukla sonsuza dek ayrılır.
İmparatorluğun en değerli halkı böyle tüketilir mi?” diyecekti.
(Elisee Reclus, Nouvelle Geographie Universelle, Tome IX, “L’Asie Anterieure”, Paris 1884, s.540, 545, 547. Aktaran: Raşid-Erer, Türklere Karşı Haçlı Seferi, 1948, s. 89.)
Cengiz Özakıncı ise Bütün Dünya Dergisi, Kasım 2016’da yayınlanan
“Osmanlı Düzeninde Müslüman Türk Kıyımı”
başlıklı makalesinde durumu şöyle özetleyecekti:
“Hristiyanlar ‘cizye’ vergisi ödeyerek askerlik yapmayacaklar;
yedi yıl ve kimi dönemlerde daha uzun süren askerlik,
daha çok Müslüman Türklerin görevi olup çıkacaktı.
Öyle ki bu durum, süreç içerisinde Osmanlı Devleti’nin
Müslüman Türk uyruklarının genç ve üretken nüfusunun,
evlenip çoğalmak ve işini geliştirmek yerine, üretimden koparak
orduda, savaş alanlarında erimesine, azalmasına;
eğitim, sanat, zanaat, tarım, ticaret vb. uygarlık alanlarında gerilemelerine,
yoksullaşmalarına yol açarken;
buna karşılık gayrimüslim Osmanlı uyruklarının
genç ve üretken nüfusunun, yedi yıl askere gitmek yerine
evinde, köyünde, kentinde, işinin başında kalmasına;
evlenip çoğalmasına; eğitim, sanat, zanaat, ticaret, tarım, vs.
uygarlık alanlarında ilerlemelerine;
varsıllaşıp güçlenmelerine yol açacaktı.
Son dönemde 12 bankası bulunan Osmanlı’da
bir tek bankanın sahibi bile Müslüman Türk değildir,
hatta çalışanlar bile Türk değildir!..”
Elin yabancısı diyeceğimiz, Batılı; Fransız’ı, İngiliz’i bile
Osmanlıdaki Türklerin haline acır duruma gelmişti.
“Osmanlı Sarayından sürgün edilen Türklük” dediğimde
maksadımın arkasını dolduran şeyler işte bu ve benzeri gerçeklerdir.
Elbette biliyordum ki bu ve benzeri yazıları yazdığımda tepkiler alacağım
lakin, bu konuları araştırdığı halde,
yazmayan, görmezden gelen,
“Kitap satışlarım düşer, takipçim azalır, ekrana çıkamam, işimden olurum”
kaygısına düşen insanlardan değilim.
Cumhuriyet’in kurucusu ve vatanın kurtarıcısı
Mustafa Kemal Atatürk’ün de dediği gibi;
“Benim yaratılışımda fevkalade olan bir şey varsa, Türk olarak dünyaya gelmemdir.”
Hal böyleyken, konuya şu örneklerle devam edebiliriz;
Ahmed Naim 1913 yılında yazdığı “İslam’da Dava-i Kavmiye”
adlı kitabında Türk’e karşı savaş açıp
“Türk’ün geçmişini bilmesine, öğrenmesine lüzum ve
ihtiyaç yok, gerekli olan şeriatı öğrenmektir.” der.
Yine 1919-1920 yıllarında şeyhülislamlık yapan,
İngilizlerle birlik olup Başta Mustafa Kemal olmak üzere
vatan savunmasını başlatan kadro için
“Katli vaciptir” diyen hain Mustafa Sabri,
Türk’e Türklük benliğini vermek isteyenlere
“soysuzlar” yakıştırmasında bulunur.
Dahası, tiksintiyle söz ettiği Türklüğünden şöyle istifa eder:
“Yalnız Müslüman ve insan
Olarak kalmak üzere, Türklükten,
Şeref ve izzetimle istifa
Ediyorum Allah’ın huzurunda
Tövbe yarabbi tövbe Türklüğüme
Beni Türk Milletinden addetme!”
“Modern Türkiye’nin Tarihi” isimli eserin yazarı
Bernard Lewis Osmanlı’daki Türklerin durumuyla ilgili bakın ne diyor:
“Türk kimliği yönetimin merkezi olan İstanbul’dan uzak,
savaştan savaşa asker toplamak için anımsanan,
Anadolu köylerinde kapalı bir kültür içinde dili ve töreleri ile yaşamıştır.
Zaman içerisinde Türk yöneticisine o denli yabancılaştırılmış ki,
kimi kez Osmanlı efendisine Türk demek hakaret sayılmış.
“Türk” sözcüğü, Anadolu köylüleri için
ve üstelik onları aşağılamak ve küfür yerine kullanılır olmuş.”
(Irki bir anlam taşımayıp, sadece cahil köylüleri aşağılamak için söyleniyor.)
Ziya Gökalp, “Türkçülüğün Esasları” adlı eserinde şu bilgileri veriyor;
“Bu milletin yakın zaman kadar kendisine mahsus bir adı yoktu.
Tanzimatçılar ona: ‘Sen yalnız Osmanlısın.
Sakın başka milletlere bakarak sen de milli bir ad isteme!
Milli bir ad istediğin dakikada Osmanlı İmparatorluğu’nun
yıkılmasına sebep olursun’ demişlerdi.
Zavallı Türk, vatanımı kaybederim korkusu ile
‘Vallahi Türk değilim. Osmanlılıktan başka hiçbir
içtimai zümreye mensup değilim’ demeye mecbur edilmişti”(s.34)
Gökalp, yine aynı kitabında şu ifadelere yer veriyor:
“Osmanlı İmparatorluğu genişledikçe, yüzlerce milletleri
siyasi idaresine aldıkça idare edenlerle idare olunanlar iki ayrı sınıf haline geliyorlardı.
İdare eden bütün kozmopolitler Osmanlı sınıfını,
idare olunan Türkler de Türk sınıfını teşkil ediyorlardı.
Bu iki sınıf birbirini sevmezdi.
Osmanlı sınıfı kendini millet-i hakime (egemen ulus) suretinde görür,
idare ettiği Türklere millet-i mahkure (aşağı ulus) nazarı ile bakardı.
Osmanlı Türk’e daima eşek Türk derdi…” (s.27)
Falih Rıfkı Atay, “Batış Yılları” adlı eserinde şunları yazıyor:
“Kendime ilk defa ne zaman Türk dediğimi pek hatırlamıyorum.
Bizim çocukluğumuzda Türk, kaba ve yabani demekti.
İslam ümmetinden ve ‘Osmanlı’ idik.
İlmihallerde baş dersimiz ‘Din ile milliyetin bir olduğunu’ öğrenmekti.
Vatan sözü yasaktı.
Onu ben büyüyüp de Namık Kemal’i okuduğum günlerde kitapta gördüm.
Kulağımla ancak Meşrutiyet’te duydum.
Padişah kulları idik.
Okul çıkışlarında her akşam sıraya girer,
‘Padişahım çok yaşa’ diye bağırırdık.
…Okullarda da Arab’a Arap, Arnavut’a Arnavut,
Rum’a Rum, fakat kendimize Osmanlı derdik.”
Okuduğumda yüreğimi titreten bir anı da şudur;
İlk ilmi Türkçülerden Ahmet Vefik Paşa,
Bursa Valisi iken (1880) ilçeleri teftişe çıkıyor.
Paşa, uğradığı bir ilçede, halkla sohbet ederken, etnik kökenlerini soruyor;
aldığı cevaplar, konuştuklarının Çerkez, Arnavut, Boşnak, Gürcü vb. olduklarını gösteriyor.
Sorduğu soruya utanarak, cevap vermek istemeyen bir ihtiyara,
“hangi milletten” olduğunu ısrarla söyletmek isteyince,
o ihtiyar bir kabahat ifşa ediyormuş gibi ürkek, titrek bir sesle,
“Ben Türküm Efendim” diyor.
Bunun üzerine Paşa
“Niçin sıkılıyor, saklanıyorsun?
Türk olmak kabahat mı?
Bak ben de Türküm” diyor.
O titrek ihtiyar birden canlanarak,
“Sahi sen de Türk müsün?
Demek Türk’ten Paşa da olurmuş ha” diye sevinçle karışık hayret ifade edince,
Vefik Paşa “Paşa da kim oluyormuş, Padişah da Türk, Padişah da” diye haykırıyor.
Sonra, imparatorluğun iki dertli ihtiyarı,
sakallarını ıslatan yaşlar birbirine karışarak sarılıp,
Türkün hazin kaderi için ağlaşıyorlar.
(Türk ve Türklük, Türk Standartları Enstitüsü Yayını, s.238)
Osmanlı Devleti’nin gerileme dönemine kadar
son Türk soylu sadrazamı Çandarlı Halil Paşa idi ve oda
devşirme kökenli vezirlerin de etkisiyle
Fatih Sultan Mehmet tarafından boğdurulmuştur.
Böylece Osmanlı Devleti’nde başta sadrazamlık olmak üzere
üst düzey yönetimi, Türk kökenlilerin elinden çıkıp
Hristiyan kökenli devşirmelerin eline geçmiştir.
Daha çocuk yaşlarında aile ve yurtlarından alınmış bu devşirmelerden
çok az sayıda olanı Osmanlı’yı ve İslam’ı tam olarak benimsemiş ve
hayatları boyunca kin ve nefret duygularıyla dolu olarak
bu nefretlerini Anadolu Türk halkına eziyet ederek açığa vurmuşlardır.
Osmanlı Devleti’ni yöneten devşirmelerin büyük çoğunluğu
Anadolu Türklerini sürekli olarak aşağılamışlar,
ellerine güç geçtiğinde asıp keserek malını, canını, ırz ve
namuslarını ellerinden alarak yapmadıkları rezillik bırakmamışlardır.
Kuyucu Murat Paşa
Hırvat kökenli devşirme sadrazam Kuyucu Murat Paşa(resimdeki),
Güney Doğu Anadolu’da 70 bin Alevi Türkmen’i öldürmüş
ya da diri diri kuyulara doldurmuştur.
Aman dileyen Anadolu insanına Kuyucu’nun yanıtı
“Vurun şu pis Türk’ün başını olmuştur.”
İşte Osmanlı’da durum budur.
Bazı kaynaklarda ise 4 yıl boyunca Anadolu’da tam 150 bin Türk öldürttüğü
bu yüzden de ‘Türkmen kasabı’ olarak anıldığı belirtilir.
İstanbul’un alınmasından IV. Murat’ın ölümüne dek geçen
187 yıl içinde devşirmelerden 66
Türk kökenlilerden de 10 kişinin sadrazamlığa atandığını
aynı dönemde devşirmelerin toplam 167 yıl
Türk kökenli sadrazamların da 17 yıl görev yaptığı gerçeği
Türklere yaklaşımı gösteren ayrı bir kanıttır.
Kanıtlı belgeli kaynaklar, örnekler rahatça uzatılabilir…
Osmanlı düzeninde Türk ve Türklük kimi zaman sessiz sedasız
kimi zaman da aleni olarak kıyıma uğramıştır!..
Fatih Küpeli