Mesleğe ilk adımımı attığımda 1997 yılının ekim ayıydı.
O günden bugüne gazetecilik serüveni devam etti.
Editörlük, yazıişleri müdürlüğü, köşe yazarlığı da yaptım ama sokaktan hiç kopmadım.
Bedenim de ruhum da hep sokakta oldu.
Sokaktan beslendim.
Fakat adımız köşe yazarına da çıktığından, bir de kendi reklamımızı hiç yapmadığımızdan, böyle şu haberdeyiz, bunu takip ediyoruz diye fotoğraf paylaşmadığımızdan olsa gerek bazıları bizi sokakta çalışan gazeteci olarak görmedi/göremedi.
*
Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) genel başkanı Gökhan Durmuş bir gün, “Çevrenizde sarı basın kartı iptal edilen var mı” diye sormuştu.
“Ben varım” demiştim.
“Bize aktif olarak sokakta, saha da olan biri lazım” demişti.
Ne deyim?
Oturup sokak sokak gittiğim haberin çetelesini verecek değilim ya.
“Peki” dedim.
*
Geçen günlerde Prof. Dr. Atilla Güney ve meslektaşım Diren Keser, basın özgürlüğü ile ilgili bir söyleşi dizine başladılar.
Bendeniz de kendimi zorla davet ettirmiş oldum.
Atilla Güney bizim gazeteye geldi, bana dedi ki:
“Biz aslında sokakta çalışan gazetecilerle yapıyoruz söyleşiyi. Sen bizim hedef kitleye girmiyorsun ya, neyse…”
Ne deyim?
Oturup bir akademisyenle gazetecilik pratiğimi tartışacak halim yok ya.
“Peki” dedim. Ve başka bir şey demedim.
*
Dün Dünya Basın Özgürlüğü Günü idi.
Bu yazıyı kaleme alayım mı diye düşündüm.
İlhan Selçuk gibi, tam bir gün düşündüm.
E TGS başkanının sözlerini 1 yıldır, Atilla hocanın sözlerini de 1 aydır düşünüyordum zaten.
Etti mi sana 13 ay bir gün!
Ve yazmaya karar verdim.
Emeğin görünmez olmasına sessiz kalmak doğru olmazdı.
Bir gazetecilik tarzının görünmez olmasına da sessiz kalmak doğru olmazdı.
Facebook’a baktım, bir çırpıda üç beş fotoğraf buldum.
Birinde Akkuyu nükleer santralinin önündeyiz, birinde Yeşilovacık’ta, birinde işçi eyleminde.
Demek ki gazetecinin haber yazması yetmiyor.
Gazetecinin kendi fotoğrafını paylaşması gerekiyor ki muhabirlik hakkı ve onuru kendisine teslim edilsin.
Basın Özgürlüğü Günü kutlu olsun.